
Abbasiler ve Abbasi Halifeleri
Karmatîler sahip oldukları kuvvetle önce kuzey yönüne ilerleyerek Kufe şehrini yağmaladılar. Daha sonra 929 yılının sonlarında Mekke’ye yöneldiler ve 12 Ocak 930’da şehri işgal ederek büyük bir katliam yaptıktan sonra Hacerülesved’i Ahsa’ya götürdüler. Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından Kâbe duvarına yerleştirilen ve Müslümanlar tarafından kutsiyet atfedilen Hacerülesved, 20 yıl sonra Abbasi Halifesi Muti Lillah döneminde tekrar yerine konuldu. Hatta bu taşı yeniden Kâbe’ye koymak için Muti Lillah’ın 30 bin dinar haraç verdiği de rivayet edilir.
İslam dünyasında dehşet saçan Karmatîlerin Bahreyn’deki hareketi 11. yüzyılın sonlarına kadar devam etti.
Düşman Olarak Bizans’a Yönelindi
Abbasiler Devri’nde devlet sınırları doğal sınırlarına ulaştığı için hedef olarak Bizans Devleti seçildi. Doğu ve batı yönünde ortaya çıkan sorunlara karşı, devletin sınırları kuzeybatı yönünde genişletilmeye çalışıldı. İhtilalden sonraki birkaç yıllık devre geçtikten sonra Anadolu’ya dönük küçük çaplı akınlara yeniden başlandı. Bizans Devleti’ne karşı en büyük sefer 782 yılında yapıldı. Abbasi Devleti içinde çıkan isyanları körüklemeye çalışan Bizans Devleti’ne ders vermek isteyen üçüncü Abbasi Halifesi Mehdi, oğlu Harun komutasındaki bir orduyu Bizans üzerine gönderdi. Üsküdar’a kadar giden Abbasi ordusu, Kraliçe İrene’yi yıllık vergi ödemek şartıyla barış yapmaya mecbur ederek geri döndü.
Halife Harun Reşid döneminde ise Tarsus’tan başlayarak Malatya’ya kadar uzanan sınır hattı yeniden düzenlendi. Kaleler tamir ettirilerek güçlendirildi. Buralara Arap nüfus yerleştirilerek Bizans’a yönelik seferlerde üs hâline getirildi.
Halife Memun halifeliğinin son zamanları olan 830-833 yılları arasında, Bizans’a karşı üç sefer düzenledi. Orta Anadolu’da bugünkü Bor’a 7 km. mesafede olan Kemerhisar kasabasının olduğu yerde bulunan Tyana şehrini ele geçirerek buraya Arapları yerleştirdi.
Abbasi Devleti döneminde Bizans’a karşı düzenlenen seferlerin en büyüğü Halife Mutasım tarafından yapıldı. 838 yılında büyük bir ordu ile Anadolu’ya giren Mutasım, Ankara üzerinden yürüyüp bugünkü Afyon’un Emirdağ ilçesine 13 km. mesafede olan Amorium şehrini ele geçirdi. Yapılan bu seferden sonra Abbasi Devleti’nin Bizans topraklarına dönük seferleri, eski hızını kaybetti. Bu durumun en önemli nedeni, devletin 9. yüzyılın ortalarından itibaren merkezî gücünü kaybetmesi idi.
Endülüs Emevileri’ne Karşı, Franklarla İş Birliği Yaptılar
Endülüs Emevi Devleti’nin 756 yılında Bağdat’tan bağımsızlaşmasının ardından Abbasiler, Endülüs Emevileri’ne karşı ittifak arayışına girdiler. Halife Harun Reşid ile Frank Kralı Şarlman arasında 9. yüzyılın başlarında karşılıklı çıkarlara dayalı ittifak kuruldu. Kral Şarlman, Abbasi Devleti’ni, kendi düşmanı Bizans Devleti’ne karşı müttefik olarak düşünürken Harun Reşid de Frankları, Endülüs Emevileri’ne karşı müttefik olarak görüyordu. Ortak çıkarlara dayalı bu ilişkiler, karşılıklı gönderilen elçiler ve hediyelerle geliştirildi. Hatta Harun Reşid’in gönderdiği hediyeler arasında dikkat çekici bir saat olduğu da Batılı tarihçiler tarafından kaydedilmiştir.
Öte yandan, Harzemşahlar’ın ortadan kaldırılmasından sonra Moğolların karşısında tek kuvvet olarak Abbasiler ve Anadolu Selçukluları kalmıştı. Moğollar Semerkant, Buhara, Taşkent, Harezm, Belh gibi şehirleri yerle bir ederek batıya doğru ilerlediler. Cengiz Han’dan sonra da Moğol istilası durmadı. Onun torunlarından Hülâgû, İran’da son mukavemetleri kırarak 1258 yılının Ocak ayında Bağdat önlerine gelerek şehri kuşattı. Barış girişimlerinden hiçbir olumlu sonuç alınamayınca son Abbasi Halifesi Mustasım, devlet erkânı ile birlikte teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Hülâgû, teslim olanların hepsini idam ettirdi. 8. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam dünyasının merkezi işlevini gören Bağdat talan edildi. Dünya tarihinde eşine az rastlanır katliamlara sahne olan şehirde, bütün medeni kurumlar yerle bir edildi. Vandalizmin sınırlarının tarif edilemediği bu katliamda, kütüphaneler yakılarak kitaplar Dicle Nehri’ne atıldı. Müslümanların ve insanlığın en önemli kültürel birikiminin yok edildiği bu tahribattan sonra, medeniyet başka coğrafyalarda yeşermek için fırsat aradı.
Moğol Vahşetine Baybars Son Verdi
Moğol vandalizmini durduran ise 1260 yılında Ayn-ı Calut’ta yapılan savaşta Moğol ordusunu yenen Memlûklü komutanı Baybars oldu. Baybars aynı yıl Memlûklü Sultanı Kutuz’u öldürerek kendisi tahta geçti. Sultan Baybars, Moğolların Bağdat’ta söndürdüğü ışığı, iki yıl sonra Kahire’de yeniden yaktı. Abbasiler’den Halife Zahir’in oğlu Ahmed’i, tahta geçtikten sonra Şam’dan Kahire’ye getiren Baybars, 9 Haziran 1261’de düzenlenen görkemli bir törenle onu halife ilan etti. Böylece Abbasi halifeliği üç yıl aradan sonra yeniden ihya edildi.
Halife olduktan sonra “El Mustansır” lakabını alan Ahmed, Sultan Baybars ile birlikte Bağdat’ı kurtarmak için aynı yıl Şam’a gitti. Fakat Baybars’ın Kahire’ye dönmek zorunda kalması üzerine, Moğol valisinin kuvvetleri karşısında zayıf kaldı ve yapılan savaşta öldürüldü. Baybars, bu olaydan kısa süre sonra yine Abbasi ailesinden Ahmed adlı başka birini “El Hâkim” lakabıyla halife ilan etti. Baybars, bu hareketiyle siyasi iktidarı için manevi bir destek kazanmış oldu.
Kahire’de Tören Halifeleri Dönemi Başladı
El Hâkim’den sonra Abbasi Ailesi’nden halifelik yapan kişiler, onun soyundan geldiler. Yetkileri olmayan bu halifelerin isimleri sikke ve hutbelerde Memlûklü sultanlarının isimleriyle birlikte anıldı. Halifeler sadece dinî maksatlarla vakfedilmiş mal ve mülkleri idare, yeni bir hükümdar tahta geçtiği zaman belli merasimleri icra ediyorlardı.
Kahire döneminden sonra halifeler, bazı Müslüman hükümdarlara hükümdarlık beratı gönderiyorlardı. İdari yetkileri olmadığı için siyasete karışamıyorlardı. Karışmak isteyenlere fırsat verilmiyordu. Nitekim 1412 yılında Sultan Nasır’ın ölümü üzerine Halife Âdil, kendisini sultan ilan etti, ancak sultanlığı üç gün sürdü. Sultan Müeyyed Şah tarafından makamından indirilerek öldürüldü.
Halifeler görevlerinde kalabilmek için sultanlar ile iyi geçinmek zorundaydılar. Sultanlarla iyi geçinmeyen halifeler görevlerinden alınıyor ve yerlerine yenisi atanıyordu. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedip halifelik mührünü elinden aldığı son Abbasi halifesi Mütevekkil de böyle bir durumdaydı.
Halife Allah’ın Vekili Yapıldı
Emeviler ile başlayan müstekbirleşme eğilimi, Abbasi halifelerinde de devam etti. Veliahtlık sistemi devam ettirilirken halifenin yetkilerinin kaynağı da ilahi bir temele dayanıyordu. Abbasi halifeleri, “Halifetullah” ve “Zillullah fi’l Arz” unvanlarını taşıyordu.
Emeviler Dönemi’nde müstekbirleşmeye başlayan halifelik kurumu, Abbasiler Dönemi’nde halktan iyice uzaklaştı. Halife sözde dinin bütün hükümlerine uymakla mükellef iken uygulama tam aksi yöndeydi.
Abbasi Devleti, merkeziyetçi bir karaktere sahipti. Eyaletler vali ve emîr tarafından idare edilirdi. Valiler, genel vali ve özel vali olmak üzere ikiye ayrılırdı. Valilerin otoritesi, kişisel yetenek ve başarıları, halifenin güçlü veya zayıf oluşu ve nihayet kendilerinin başşehire uzak veya yakın olmalarıyla doğrudan ilintiliydi.
Valiler, vezirlerin tavsiyeleriyle tayin edildiği için, vezirler görevden alınınca genellikle valiler de görevden alınırlardı. Valiler; orduları hazırlamak, stratejik yerlerde iskân edip her türlü ihtiyaçlarını sağlamak ve savaşa hazır bulundurmak, hukuki meselelerle, zekât ve vergi toplanmasıyla, ayrıca cihat ve ganimetlerin taksimiyle ilgilenmek, bidat ve hurafelerle mücadele etmek, cezaların infazını sağlamak, cuma namazlarında imamlık yapmak, hac işlerini düzenlemekle görevliydi.
Abbasiler Dönemi’nde, parlamenter sistemdeki başbakana benzer bir şekilde vezirlik kurumu tesis edildi. Vezir, halifenin vekili ve idari teşkilatın başı idi. Halifeden sonra gelen en önemli icra organı olması dolayısıyla geniş yetkilere sahipti. Zaman zaman “mezalim mahkemeleri”ne başkanlık eder, savaşlara karar verir, hazineden gerekli gördüğü harcamaları yapar, valileri atayabilir ve azledebilirdi.
Abbasiler’de; vezaret-i tefviz, vezaret-i tenfiz olmak üzere iki türlü vezirlik vardı.
Vezaret-i tefvizdeki vezirler tam ve sınırsız yetkilere sahiptiler. Halifenin naibi sıfatıyla hilafet mührünü taşıyorlardı. Bu durumun en somut örneği Harun Reşid ve oğullarının vezirliğini yapan Bermeki Ailesi’dir.
İkinci gruptaki vezirler ise sadece yürütme ile ilgili yetkilere sahip olup halifenin verdiği emirleri yerine getirmekle görevliydiler. Bu bakımdan yetkileri sınırlıydı. Bu gruptaki vezirler genellikle mahir kâtipler, basiretli ve parlak zekâlı kişiler arasından seçilirdi. Halifeler önemli işlerde ve tayinlerde onlara da danışırdı. Vezirler tavsiye ettikleri kişilerle aynı sorumluluğu taşırlardı.
Merkezî idare, devletin idari, mali, askerî, sosyal, mimari, eğitim gibi değişik alanlarında görevlendirilmiş vezirlerden oluşan bugünkü Bakanlar Kurulu’nun statüsünde olan vezirlerden meydana geliyordu.
Abbasi şehirlerinde asayiş hizmetlerini şurta teşkilatı yürütüyordu. Bu teşkilat ilk başlarda adalet hizmetleri ile asayiş hizmetlerini birlikte yürütüyordu. Daha sonra asayiş hizmetleri ile adli hizmetler birbirinden ayrıldı. Şurta teşkilatının başında nüfuzlu ailelerden sahibü’ş şurta denilen kişiler bulunurdu. Valiler tarafından atanan sahibü’ş şurtanın yanında her şehirde güvenlik hizmetini yürüten bir askerî birlik bulunurdu.
Saray çevresinde örgütlenen merkez teşkilatında en önemli görevlerden biri haciplik idi. Bugünkü koruma hizmetini yürüten ha-cipler, halifenin yakın korumalığını yapıyorlardı.
Abbasiler’in son dönemlerinde kurulan bir kurum da emîr-ül ümeralık idi. 936 yılında kurulan kurum, hanedan içi iktidar mücadelesine son vermeyi amaçlamıştı. Emîr-ül ümera geniş yetkilere sahip olup adı hutbe ve sikkelerde halifenin isminden sonra geçmekteydi. Büveyhoğulları Bağdat’ı işgal ettikleri zaman, onlara da emîr-ül ümera unvanı verilmiştir.
Devlet Zayıflayınca Eyaletler Bağımsızlaştı
Abbasi Devleti kurulduğunda başlıca eyaletler şunlardı:
– İfrîkıye (Tunus)
– Mısır
– Suriye
– Filistin
– Hicaz
– Yemame
– Basra – Sevad (Irak)
– El Cezire
– Azerbaycan
– Irâk-ı Acem (Cibal)
– Huzistan
– Fars
– Kirman
– Mukran
– Sicistan (Sistan)
– Kûhistan
– Kumis
– Taberistan
– Cürcan
– Horasan
– Harezm
– Fergana
– Şâş (Taşkent)
– Soğd (Buhara. Semerkant)
Bu eyaletlerin uzakta olanlarına genellikle hanedana mensup kişiler vali veya komutan olarak atanırdı. Ancak bu komutanlar zamanla kendileri Samarra’da oturup görevlerini yardımcıları eliyle yürütmeye başladılar. Merkezî otoritenin zayıflaması üzerine bu valiler veya yardımcıları bağımsızlıklarını ilan ettiler. Tunus’ta Ağlebîler, Kuzey Afrika’da Tolunoğulları ve İhşîdîler, Azerbaycan’da Sacoğulları, Horasan’da Tahirîler, Maveraünnehir’de Samaniler bu şekilde kurulmuşlardır.
Askerler Maaşlı İdi
Abbasi ordusu, daimî statüdeki muvazzaf askerler ile ücretli anlamına gelen murtazıka denilen askerlerden oluşmaktaydı. Yaptıkları hizmet karşılığında maaş alan bu askerlerin yanında, ganimetten pay almak için savaşa gönüllü katılan askerler de vardı. Bunlara mutatavvıa (gönüllü) denilirdi. Gönüllüler arasında bedeviler olduğu gibi köy, kasaba ve şehir halkı da vardı.
Abbasi ordusu beş gruptan oluşuyordu:
– Bağdat’ta bulunan ve doğrudan halifeye bağlı olan muhafız birliği.
– Büyük devlet adamlarının emrinde görev yapan birlikler.
– Vilayetlerde bulunan kuvvetler.
– Avasım ve suğur adı verilen sınır garnizonlarındaki birlikler.
– Yardımcı kuvvetler.
Türkler Ordu Sistemini Değiştirdi
836 yılında kendileri için Samarra şehrini kurduran Türklerin, Abbasi ordusuna girişiyle birlikte Abbasi ordu düzeninde değişikliğe gidildi ve Türklerdeki onlu sistem esas alındı. Buna göre orduda en küçük birlik 10 kişiden oluşmak üzere, 50, 100, 1000, 10.000 kişilik birlikler meydana getirildi.
İlk başta etnik bir koalisyon şeklinde olan Abbasi ordusunda zamanla Arapların etkisi azaldı ve Halife Memun devrinden itibaren ordudaki üstünlük yavaş yavaş Türklerin eline geçti. Bu durum Şia mezhebine mensup İran kökenli Büveyhoğulları’nın Bağdat’ı işgallerine kadar devam etti.
Abbasiler Dönemi’nde ordunun deniz gücü de kuvvetlendirilmeye çalışıldı. Bu amaçla kurulan tersanelerde, dönemin en güçlü donanmasına sahip Bizans’tan alınan ilhamla, daha büyük gemiler inşa edildi. Donanma komutanlarına emîrü’l-bahr denilirdi. Batı dillerindeki “amiral” kelimesinin kökeni de “emîrü’l”dür.
Kadıları Valiler Tayin Ediyordu
Abbasi halifeleri yargı yetkilerini fıkıh âlimleri arasından seçilen kadılar vasıtasıyla icra ederlerdi. Eyaletlerdeki kadılar, ilk başlarda valiler tarafından atanıyordu. Daha sonra halifeler yargı erkini valilerden bağımsızlaştırarak doğrudan kendileri atamaya başladılar. Harun Reşid döneminden itibaren de başkadılık teşkilatı kuruldu. Bu teşkilatın ilk başkadısı da İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin öğrencisi İmam Ebu Yusuf oldu. İmam Yusuf’tan sonra da kadılar Bağdat’ta oturan başkadı anlamına gelen kâdılkudât tarafından tayin edilmeye başlandı.
Abbasi Devleti’nin ilk dönemlerde her vilayette bir kadı bulunurdu. Kadılar halkın mensup olduğu fıkıh ekolüne göre fetva verirdi. Irak kadısı Hanefi mezhebine, Suriye ve Kuzey Afrika kadısı Maliki mezhebine, Mısır’daki kadı da Şafii mezhebine göre hüküm verirdi. Daha sonra her vilayete dört mezhebi temsilen kadılar tayin edildi.
Zaman zaman halifelerin kadıları kendi çıkarları doğrultusunda fetva vermeye zorlamaları sebebiyle bazı fıkıh âlimleri görev kabul etmemişlerdir. Bu nedenle de hayatlarını hapislerde geçirmişlerdir. Nitekim İmam-ı Azam Ebu Hanife, bütün zorlamalara rağmen Eme-vi ve Abbasi halifelerinin siyasi isteklerini yerine getirmemiş, yönetim anlayışını onaylamadığı Abbasi Devleti’nin ikinci halifesi Ebu Cafer El Mansur, onu Bağdat’ta hapsettirip işkence ettirmiş ve zehirleterek öldürtmüştür.
Abbasiler’in ilk dönemlerinde mahkemeler mescitte kuruluyordu. Kadılar duruşma sırasında siyah cübbe giyer, uzun bir başlık üzerine siyah sarık sararlardı. 9. yüzyılın sonlarında Halife Mutazıd Billah döneminde mahkemelerin mescitte kurulması uygulamasına son verilerek mahkemeler için ayrı binalar yapıldı.
Abbasiler’de Mezalim Mahkemeleri denilen kurumlar da vardı. Bu mahkemelerin başındakilere kâdı’l mezalim denirdi. Mezalim Mahkemeleri, nüfuz sahibi kişilerin zulüm ve haksızlıklarına mâni olmak amacıyla kurulmuştu. Nüfuzlu kişilerin davalarına kadılar bakmakta güçlük çekerdi. Mezalim Mahkemelerindeki duruşmalarda muhafızlar, kadılar, fıkıh bilginleri, kâtipler ve şahitlerden oluşan beş gruptan görevliler mutlaka bulunurdu.
İlk Yükseköğrenim Nizamiye Medreselerinde Yapıldı
İslam tarihinde camilerin, eğitim hizmetlerinin yürütülmesinde önemli bir fonksiyonu olmuştur. Camiler, ibadethane olmalarının yanı sıra, öğrenciler için de birer eğitim kurumlarıydı. Zengin kitap koleksiyonlarına sahip olan camiler bu önemli fonksiyonlarını Abbasiler’in ilk devirlerinde de sürdürmüşlerdir. Camilerin dışında yükseköğretim alanında ilk meşhur eğitim kurumu, Bağdat’ta kurulan Beytülhikme’dir. Bu kurum ilk başta bir tercüme merkezi olarak hizmet verdi. Daha sonar akademik çalışma yapılan, kütüphane hizmetleri verilen bir kuruma dönüştürüldü.
Abbasiler’de hizanetülhikme ve hizanetülkütüb denilen kütüphaneler de eğitim işlevi görüyorlardı. Ancak Abbasiler’de gerçek manada eğitim hizmetini veren kurum, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün 1065-1067 yılları arasında Bağdat’ta kurduğu Nizamiye Medresesi’dir. İslam tarihinin ilk çekirdek üniversitesini oluşturan Nizamiye Medresesi’nde öğrencilerin yeme, içme ve barınma ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı.
Nizamiye Medresesi Avrupa’da kurulan ilk üniversitelere de örnek olmuştur. Nizamülmülk’ün gayretleriyle kurulan bu ilk medreseyi diğerleri takip etmiş ve XII. yüzyılda Bağdat’taki medrese sayısı 30’a ulaşmıştır. Halife Mustansır tarafından 13. yüzyılın ikinci çeyreğinde kurulan Mustansıriyye Medresesi’nde de dört mezhep için ayrı ayrı eğitimler verilmiştir. Medresenin her bölümünde bir müderris ve yetmiş beş öğrenci vardı. Medresede ayrıca bir doktor, bir kütüphane, hamam ve aşevi bulunuyordu. İslam dünyasında aydınlanmanın lokomotifi olan bu medreseler, 1258’deki Moğol istilasında yok edildi. Böylece Mezopotamya’nın ışığı, yüzlerce yıl yanmamacasına söndürüldü.
Dünya Medeniyetine Hizmet Edildi
Avrupa’nın Orta Çağ karanlığından kurtuluşunda Mezopotamya’da Bağdat, Endülüs’te Kurtuba, Mısır’da Kahire, Suriye’de Şam olmak üzere, İslam dünyasında yapılan çalışmaların büyük etkisi oldu. İslam dünyasında çeşitli kurumlar ve ilimler bu devirde şekillenerek zamanla modern Avrupa medeniyetinin doğmasına da tesir etti.
İslam dünyasında filoloji, din, sosyal bilimler ve fen bilimleri alanındaki ilk çalışmalar Emeviler Dönemi’nde başladı. Bu çalışmalar Abbasiler Dönemi’nde sistematize edilerek, ayrı birer bilim disiplinine dönüştürüldü.
Abbasiler Dönemi’nde, Arap dili ve edebiyatı alanında önemli çalışmalar yapıldı. Önceleri Kur’an-ı Kerim ve hadisin inceliklerini anlamak gayesiyle başlayan filolojik ve edebî araştırmalar, zamanla müstakil birer ilim dalı hâlini aldı. Sözlü kültür derlemelerine ilişkin ilk çalışmalar Abbasiler Dönemi’nde başlatıldı. Şiir, şiir türleri, kompozisyon ve hikâye, sözlük çalışmaları ve dil (nahiv) alanında önemli derlemeler yapıldı.
Abbasiler Dönemi’nde hukuk çalışmalarına da ağırlık verildi. Toplumsal gelişmeye ve coğrafi genişlemeye paralel ortaya çıkan pek çok soruna bu dönemde çözüm arandı. Aranan çözümlere ilişkin verilen hukuki cevaplar, günümüzde de varlığını sürdüren hukuk ekollerinin ortaya çıkmasını sağladı. Bunun sonucunda Irak’ta Hanefi mezhebi, Hicaz’da Maliki mezhebi, Kahire’de Şafii mezhebi ve hadisçi kimliği daha baskın olan Ahmet b. Hanbel’in kurduğu Hanbeli mezhebi ortaya çıktı. Günümüze kadar gelen bu mezheplerin yanı sıra, bugün taraftarı bulunmayan Davud b. Ali’nin Zahiriyye mezhebi ile Evzai, Süfyan es-Sevri ve Taberi’nin mezhepleri ile Sünni olmayan diğer fıkıh ekolleri de bu dönemde kuruldular.
Aynı dönemde İslam hukukunun gelişmesine paralel olarak hukuk müesseseleri de gelişti. Kadılar idarecilerden daha bağımsız bir hâle geldiler. Harun Reşid zamanında ilk defa başkadılık kuruldu ve bu kurum, adalet işlerinin düzenlenmesinde, kadı tayinlerinde etkili oldu.
Dünya Mirası Arapçaya Çevrildi
Müslümanlar, ele geçirdikleri coğrafyalarda Eski Yunan, İran ve Hint kültür ve medeniyetine ilişkin çok sayıda eserle karşılaştılar. Bilime karşı duydukları açlığı gidermek için hızlı bir tercüme faaliyeti başlattılar. Halife Memun döneminde kurulan Beytülhikme ile tercüme faaliyetlerine büyük bir hız verdiler.
Müslümanlardan tercüme faaliyetine katılan ilk kişi, Ümeyyeoğulları Ailesi’nden Halid b. Yezid b. Muaviye’dir. Emeviler Dönemi’nde sadece tıp, kimya, astronomi alanıyla sınırlı olan tercüme çalışmaları, Halife Mansur döneminde cebir, geometri, mantık ve metafizik alanlarını da kapsamı içine aldı.
Pehleviceden, yani eski Farsçadan Arapçaya tercüme yapanlar arasında en önemli yeri, hiç şüphesiz Abdullah b. Mukaffa alır. Arap edebiyatının en güzel eserlerinden biri olan Kelile ve Dimne, eski Farsçadan Arapçaya bu dönemde çevrilmiştir.
Halife Mansur ve Bermekiler dönemiyle birlikte Cündişapur Akademisi’ndeki Süryaniler, Hintliler, Harranlılar ve Nabatiler de tercüme faaliyetlerine katıldılar.
Doktor Circis b. Cibril ve Bağdat Patriği Sergios, Yunanca birçok eseri Arapçaya tercüme ettiler. Batlamyus’un El Macestî”s ve Öklid’in Usûlü’l-Hendese’si de bu dönemde Arapçaya çevrildi. Kehkehü’l-Hindî, Sanchelül-Hindî ve Salih b. Behletü’l-Hindî gibi şahısların Hindistan’dan getirdikleri eserler, İranlı bilginlerin yardımıyla Arapçaya kazandırılmış olup bunlar arasında Sind-Hind adıyla meşhur astronomi ve hesap kitabı da vardır. Bu sayede Hint rakamları İslam dünyasına girmiştir.
Harun Reşid döneminde de önemli tercüme faaliyetleri yapılmıştır. Tıp alanında tercümeler yapılan bu dönemin ünlü mütercimleri Yuhanna b. Maseveyh, Haccac b. Yusuf b. Matar, Yahya b. Bıtrik, Sehl b. Harun’dur.
Tercüme sahasında devrim niteliğindeki adım ise Beytülhikme ile atılmıştır. 40 kişilik mütercim kadrosu, Antik Yunan, Hint ve İranlı seksene yakın âlim ve filozofun çok sayıda eserini Arapçaya çevirmişlerdir. Mütercimler, tercüme ettikleri eserlerin ağırlığınca altınla ödüllendirilmiştir. Bu çalışmalar sonunda ünlü tabip Hipokrat ve Galenos’un, filozof Eflatun ve Aristo’nun ve daha birçok bilginin eserleri tercüme edilerek insanlığın yüzlerce yıllık birikimi yeniden insanlığa kazandırılmıştır. İslam bilginlerinin en parlak devri de tercüme faaliyetlerinin yoğunlaştığı bu dönem olmuştur.
Yaklaşık 750-850 yılları arasında bir asır devam eden tercüme faaliyetleri sonunda, müspet ilimler sahasında İslam dünyasında büyük âlimler yetişti. Bu bilginlerin yetişmesinde kütüphaneler de önemli rol oynamıştır. İlk kütüphane Bağdat’ta kurulmuş, bunu Basra ve diğer şehirlerde kurulan kütüphaneler takip etmiştir.
Moğol istilasından önce ilim adamlarına ve halka hizmet veren 36 kütüphane vardı. Halifelerin desteğiyle kurulan saray kütüphaneleri zengin kitap koleksiyonlarına sahipti. Kaynaklara göre 9. yüzyılda Bağdat’ta 100 kitapçı dükkânı bulunuyordu.
Müslümanlar sadece antik dünyanın eserlerini tercüme etmekle kalmamış, ayrıca hem dinî hem de pozitif ilimler sahasında değerli eserler yazmışlardır. Bu eserler Suriye, İspanya ve Sicilya yoluyla Avrupa’ya taşınarak Orta Çağ Avrupa’sının aydınlanmasına hizmet etmiştir.
İslam Felsefesi Sistematize Oldu
Emevi Devleti döneminde ortaya çıkan İslam tarihindeki ilk felsefi ekol olan ve aklı üstün tutan mutezile mezhebi, Halife Memun, Mu-tasım ve Vasık dönemlerinde en parlak devrini yaşamıştır ve Abbasi coğrafyasında taraftarlarını çoğaltmıştır. Mutezile mezhebinin Bağdat kolu, halifeler katında itibar kazanarak kendi görüşlerini devletin resmî mezhebi hâline getirmiştir. Özellikle Halku’l-Kur’an denilen Kur’an’ın yaratılışı sorusuna verdikleri cevaplar nedeniyle mutezile görüşlerini savunan bilginler halkın nefretini üzerlerine çekmişler ve Halife Mütevekkil döneminde sarayın gözünden düşmüşlerdir. Abbasi Devleti’nin son dönemlerinde ise etkileri tamamen kaybolmuştur.
Abbasi yönetiminin ikinci yüzyılında ehlisünnet felsefesinin doğuşuna zemin hazırlanmıştır. Ebü’l Hasan El Eş’ari tarafından kurulan ehlisünnet kelamı giderek gelişmiş ve Bakıllani, İbn Fûrek, Abdül-kahir El Bağdadi, Cüveynî, Gazali, Razi gibi âlimlerin eserleriyle kökleşmiştir.
Bağdat’ta oluşan Eş’ari ekolüne paralel olarak Maveraünnehir’de ehlisünnet felsefesinin ikinci ekolü olan Matüridilik ortaya çıkmıştır. Ebu Mansur El Matüridi tarafından kurulan Matüridi inanç sisteminin ortaya çıkışı ve yayılışı da Abbasiler zamanında olmuştur.
Aynı şekilde Şia, Haricilik ve Cebriye mezhepleri de birçok kola bu dönemde ayrıldı. Hz. Osman’dan itibaren başlayan ve Hz. Ali dönemiyle devam eden siyasi kargaşa, Abbasiler Dönemi’nde de durmadı ve söz konusu mezhep mensupları, başlattıkları isyanlarla zaman zaman iç savaşlara da neden oldu.
İslam’ın ilk düşünürleri daha çok, “büyük günah işleyenin dinî ve hukuki durumu”, “kader, kaza ve irade hürriyeti” gibi konular üzerinde akıl yürütmüşlerdir. Harun Reşid döneminde de kelam ilmi, İslami ilimler arasında bağımsız bir ilim dalı olarak ortaya çıkmıştır.
İkinci Abbasi Halifesi Mansur’un kâtibi olan Abdullah b. Mukaffa, Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatının ilk üç kitabı ile Porfirios’un İsaguci isimli eserini tercüme ederek mantık bilimini, bir metodoloji olarak İslam kültür dünyasına kazandırmıştır. Daha sonra başta Kindî, Farabi ve İbni Sina olmak üzere Müslüman mantıkçılar bu alanda özgün eserler kaleme almışlardır.
Aydınlanma Dönemi Abbasiler’le Başladı
Yapılan tercüme çalışmaları kısa sürede etkisini gösterdi ve İslam dünyasında bilimsel çalışmalar arttı. Kindî, ilk İslam filozofu olarak bu dönemde ortaya çıktı. O, aynı zamanda meşşai felsefesinin ilk temsilcisi olup felsefenin bütün disiplinleriyle ilgilendi ve çeşitli alanlarda 270 eser kaleme aldı.
Büyük bir filozof ve mantıkçı olan Farabi ise meşşailiği her alanda temellendirerek Aristo’dan beri çözümlenmeyen klasik mantığın karmaşık problemlerini açıklığa kavuşturdu.
Müslümanlar arasında tabiat felsefesinin kurucusu ünlü tabip, filozof Ebubekir er-Razi olmuştur. Razi; tıp, kimya, felsefe ve daha başka alanlarda yazdığı 230 eserle 10. yüzyılın her bakımdan dikkate değer hekim-filozofu oldu.