Metres - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar, ЛитПортал
bannerbanner
Metres
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 4

Поделиться
Купить и скачать

Metres

Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
4 из 7
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Böyle herkese maskara olmaktansa sevmemenin, hile ile sevilmemenin daha hayırlı olacağını itiraf ediyor. Artık hayatının sevişme faslını bir siyah perde ile örtmek istiyor. Fakat bu karar, aşktan ve sevdadan bu etek çekiş, bu zoraki kapanış öyle bir kadın için ruhça bir ölüm, âdeta bir canına kıymak demektir.

Firuze Hanımefendi için hâl tıpkı böyle olmuştu. Kendisine sevgilerini söyleyenlerin sözlerinde duyulan yapmacık, artık gizlenemeyen bu gerçek, sevişme lezzetine bedel o kadar ruh sıkıcı oluyordu ki Firuze bunu geçmişteki zaferlerine, kadınlık gururuna bir türlü yediremiyordu. Gönlünün hayal ettiği gibi bir erkek, bir delikanlı, heyhat evet bir genç çıksa da bu kadına, sevgisinin samimiliğine inandıracak bir büyücülükle sevgisini anlatsa, ah buna Firuze inanabilse, bu genç, bu ateşli sevgiliye bütün parasının bütün kalanını değil, bir ay sürecek böyle bir sevgi saadeti için, ömrünün kalan kısmını feda etmeye hazırdı. Fakat böyle bir sevgilinin varlığını bir türlü aklı almıyor, bunu uzun gecelerde sevdasının muhayyilesi gerçek dışı vadilerde dolaşırken, asla mümkün olmayan bir emel rüyası gibi tasavvur ediyordu.

Hami Bey İstanbul’un bütün çapkınlık ve zevk âlemlerinde bildiği gibi gezip tozduktan ve karısı Saffet’ten nefret derecesinde usandıktan sonra tahsilini tamamlamak (!) için Paris’e gitmeye kalkıştı. Oğlu, bu şiddetli arzusunu bildirdiği zaman annesinde henüz, anlattığımız salah meyli meydana çıkmamıştı. Birkaç sevgili ile meşgul bulunuyordu. O aralık oğlunu başından savması kendisinin serbestçe davranması için faydalı olurdu. Yine bazı emval rehin verilerek birkaç bin lira tedarik olundu. Hami baştan savuldu.

Annesi İstanbul’da, oğlu Paris’teki gönül âlemlerinde orsa boca55 yuvarlanırken Firuze Hanımefendi’nin havalanmış başından birkaç sevda felaketi geçti. Kendilerini pek sadık sandığı bir iki sevgilisinin muhabbetlerindeki hileleri, sahtelikleri meydana çıktı. Bunlardan birinin ilk hatasını affetti. Fakat sevgilisinin bu yüksek affından aklını başına toplamayan o adam, ilk kabahatini gölgede bırakacak bir ikinci hata daha işledi. Gene bozuşuldu. Sonra barışıldı. Firuze’nin affetme cömertliğinde, ötekilerin tekrar kabahat işlemelerinde pek ileri varmaları bu sevda işini çok karıştırdı. Sonra iş duruldu. Hakikat anlaşıldı ama beş altı bin lira içine oynadı. Bu sevda oyunlarının aile bütçesine açtığı yaralar, artık Firuze’nin buruşuk yüzü gibi onarılmaz bir hâle geldi. Son acı tecrübeler ile hanımefendi âşıkların bakışlarının o boyalı yüzden çevirip kesesine dikilmiş olduğunu anladı. Artık işte bu geç anlayış üzerine delikanlı sevmekten vazgeçip, yıllarca hüküm sürdüğü o sevda meydanından çekildi. Fakat bu çekilişi içten bir istekle olmaktan çok, iştahları yerinde iken gücenerek sofradan kalkan çocuklarınki gibi bir kızgınlık eseriydi. Onurunu okşayacak saygılı sözlerle birisi hanımefendiyi tekrar yemek sofrasına çağıracak olsa kabul etmekte ihtimal pek naz etmeyecekti. Aşktan, muhabbetten bu sözde nefret; süsüne, nizamına hiçbir aksama getirmedi. Gene tuvaleti saatlerle sürüyor; gene akşam sabah tuvalet suları, pudra, boya kutuları boşalıyordu.

Hami Bey Paris’ten dönünce annesini işte böyle acayip bir namusluluk taslar hâlde buldu. Şimdi yalıda hanımefendinin, sırdaşı, en sadık kulu Nedime adında genç bir Habeş vardı.

Bir zenci kadın ile bir beyazın evlenmesinden dünyaya gelen sütlü kahverenginde bir dadı kızıydı. Nedime, okuma, yazma ve el işlerindeki istidadı, ağzının söz yapması, karşısındakini inandırıcı sözler bilmesi ve hele damara girmesini bilmesi yüzünden Firuze’nin tam bir teveccühünü kazanabilmişti. Hanımefendi sandık sepetiyle beraber gönlünün anahtarlarını da bu kıza teslim etti. En ufak, sade işlerden en önemli aşk işlerine kadar hep o gözcü olurdu. O surette ki Firuze’ye sevgilerini söyleyecek kimseler ilkin Nedime’ye kendilerini sevdirmedikçe hanımın gönlüne giremezlerdi.

O ailenin gerçek servetinin ne dereceye indiğini Nedime bilir. Her günkü masraf dışında çok önemli bir lüzum üzerine değerli eşyadan biri satılmak gerektiği zaman onu gizlice çarşıya Nedime götürürdü. Bu Habeş kız, hanımına para bulmak için feracesinin altında koynuna, koltuğuna sıkıştırarak bedesten, kuyumcular çarşısı mezatlarına ne kadar iğneler, yüzükler, altın kupalar, zarflar daha neler neler taşımıştı. Fakat otuz liraya sattığı bir şeyin yirmisini göstererek onunu cebine atmakla hanımın emniyetini kötüye kullanmaktan çekinmezdi. Firuze’nin sevgilisiz bulunduğu zamanlarda çok defa alım satım olmadığından Nedime bedestenleri, kuyumcuları dolaşmak için hanımını sevda alışverişine teşvik eder ve en çok masraf açacak olan âşık, bu kızın fikrine göre hanımının gönlünde en uzun zaman hüküm sürmeye layık görülürdü.

Yalıya gelen kadın misafirler içinden hanımın yanına hangileri çıkmak, hangileri çıkmamak gerektiği işini Nedime tayin eder ve konuşulurken bir şeyi çok uzatmamalarını, üzüntü verecek yollara sözü götürmemelerini nezaketle hatırlatır ve bunun dışında çalçenelik ile can sıkacak bir kadın olursa onu bir bahane ile odadan dışarı çıkarmanın kolayını bulurdu.

Bir kere kadının biri kız kardeşinin karahummadan nasıl öldüğünü bütün ince noktalarına kadar hikâye ile hanımefendiyi bayıltmış ve bundan gelen sinir buhranını hekimler bir ayda tedavi edememişlerdi.

Bu yalıda Nedime’den sonra vaka erkânı arasına gireceklerden biri de merhum Şadi Efendi’nin kız kardeşinin oğlu şair Revai Bey’dir. Girip çıkmadığı meslek kalmayarak dünyanın iyi kötü bin türlü hâliyle havalandıktan sonra nihayet o ailenin başına bela kesilerek postu yalıya sermiş, kovmakla, tahkirle oradan uzaklaştırılamamıştır.

Akşamları yarım okkaya yakın dem çeker.56 Fakat Allah saklasın sarhoşluğu hiç çekilmez. İçkisi yerini bulup da gözleri döndü, ağzı da çarpıldı mı artık yanından kaçmalı. Saçmalarına dayanılmaz. Şiir diye yumurtladığı vezinsiz, kafiyesiz birtakım saçmalıklar, edep dışılıkta Süruri’nin açık saçık yazılarını bir ahlak kitabı derecesine yükseltir. O yalıda en ziyade hicvettiği de Firuze Hanımefendi’yle oğlu Hami Bey’dir. Bu ikisine sövüp saymaya bir türlü doyamaz. Ayıklığında kinizm yolunda bir filozof, sarhoşluğunda tamamıyla terbiyesiz bir zirzop kesilir. Meryem Dudu’ya tutkundur. Karıyı kimsesiz bir yerde yakaladıkça ağza alınmaz şiirler ile aşkını ilan eder. Dudu kızarır bozarır:

“Revani Bey o ne ayıp laflardır ki bana edoorsun? Ben senin ağzına sığar bir kaşığım acep?” diye parlayarak oradan savuşmak ister.

Lakin Revai:

“Dudu’m revani dedi beni tatlı buldu

Bak nasıl anladı şaştım lezzet-i lahmimden.” saçmasıyla karşılık verir.

Revai ellisini geçkindir. Fazilet ve irfanca kendinin zamanın kutbu olduğunu övünerek söyler. Nazariyelerinin hepsini tecrübe ettiğinden dolayı kendisinin bilmediği hiçbir felsefe mesleği yoktur. Hizmetçi gibi bazı cahiller alayına karşı, arada bir şeyhçe, dervişçe sözler sarf eder. Ne dediğini galiba ne kendi anlar ne de başka birine anlatabilir.

“Yağmur yağıyor.” deseler, “Gözünden akan ondan başka bir şey midir?” diye sorar. Karşısındaki şaşırarak “Gözümden akan nedir?” sorarsa hiç de temiz olmayan “Sidik!” cevabını vererek karşısındakini şaşırtır durur. Sonra da işin bilgi tarafına geçerek: İnsanın vücudunda senenin günleri kadar, ne eksik ne artık, tastamam üç yüz altmış beş ve şu kadar küsur çeşme bulunduğunu ve bu vücut kaynaklarının her birinden balgam, kan, safra, sevda gibi dört unsurdan çıkan küsuratı ile üç yüz altmış beş türlü su kaynadığını ve Avrupa’nın bilgisiz hekimlerince bu akıntılardan gözyaşı, sidik, ter ve buna benzer ancak birkaçının bilinip üç yüz bu kadarının o zavallılar için henüz bilinemez olduğunu anlatır.

Eğer karşısındakini bu sözleri dinleyecek kadar şaşkın bulursa o zaman artık ucu bucağı hiç bulunmaz taraflara doğru konuşmayı uzatır. “Yeryüzünde bulunan nehirlerin her biri bir renkte damardır.”dan meseleyi açmaya girişir. Bu renk çeşitliliğinin nedenlerini anlatır. Asıl kaynakların süt ve şerbet olması ihtimallerinden söz ederken, küremizin iriliğine sözü çevirir, dünya çapının 12.732.814 metre bulunduğu, her ne kadar bu konudaki kitaplarda yazılmış ise de bunun sekiz buçuk santiminin büyük bir yanlış olduğunu hiddetlenerek iddia eder. Eğer karşısındaki anlayışlı ve biraz da sinirlilerden ise mesele buralara dökülmeden ya o Revai’yi döver yahut kendi ondan dayak yiyerek oradan çekilir.

Revai dağınık ve çulsuzun biridir. Saçlarının erken ağarmış olmasından ve serseriliğinden dolayı gerçek yaşından on beş yaş büyük gözükür. Başına geniş bir arakiye, arkasına koyu renkli bir entari giyer. Beline koca bir balgami tokalı kemer takar. Kaç yıldır makas tarak görmemiş beyaz saçları, taşarak gene temizlik ve düzen görmemiş beyaz sakalına karışır. Gece kendisine loşça bir yerde rastlayan adam pek sağlam yürekli olmalıdır ki, Hint dervişlerine benzeyen bu saçaklı babadan korkmasın. Zavallı Meryem Dudu gece bu umacıya rastlamamak için kendi dilinde bildiği ne kadar dua varsa okur. Bu kadar çekinmeye karşı yalının Cinci Meydanı’nı andıran sofalarında bazı bu korkulukla göz göze gelir:

“Ah işte odur, gene Revani’dir. A beyefendi birden görünce sizi tanıyamadım. İçime korku koydunuz. Fena saatten uzak olsunlar, zannettim ki gene onlardan birine rastlandım.” sözleriyle korkusunu anlatan Dudu’nun bu son acayip cümlesine sarhoşun verdiği cevap burada açıklanamaz. Meryem’in korkusuna şimdi biraz da hiddet karışarak haykırır:

“O uzun dilini içeri çekersin? Beni sarhoş mezesi karılardan sandın? Cin, şeytan olsan sana gene çarpılmam.”

“Dudu, ben seni mutlak bir akşam çarpacağım.”

“Sokağa çıktığımda köpekler peşimden hav edorlarsa ondan vicdanıma bir bulantı gelor? İşte senin sözlerin de tut ki ona benzer havlardandır.”

“Dudu… Ben yalnız havlamam. Adamı yumuşak tarafından ısırıveririm.”

“Sokağın köpekleri oşttan anlarlar da sen anlamazsın? Sana oşt edorum.”

“Oşt edersin, ama gitmezsem ne yaparsın?”

“Ağzımı icara koymamışım, bağırırım.”

“Haydi bağır bakalım.” ihtarı ile Revai, Dudu’ya saldırır. Dudu, üst perdeden bir yaygara koparır. Av ile tazı gibi biri önde, öteki arkada bir kaçış, bir kovalamadır başlar. Zavallı Meryem kalabalık bir odaya kendini atabilirse ne âlâ… Atamazsa vücudunun yumuşak yerleri Revai’nin keskin dişleri ile kabarır. Garibi şurasıdır ki Dudu’nun öfkesi çabuk geçer. Sarhoştan hanımefendiye şikâyeti pek ender olur. Dudu kapı yoldaşlarına Revai’den şu yolda dert yanar:

“Görünüyor ki bu herif o ak sakalı ile benim için yüreğinden idare fitili gibi yanor. İnsandan ziyade bostan korkuluğuna benzer. Bazı ileri geri laf ediyorsa aptaldır deyi tınmoorum. Fakat ısırmasına can dayanor? Hanımefendimin hatırası vardır işte… Öyle yerlerimi dişlemiştir ki, günah çıkarırken papasa demekten ar duyarım. Revani Bey filozofların ‘sinik’ cinsindendir. Türkçede ona ‘köpek filozof’ yahut ki ‘köpoğlu filozof’ derler ne derler iyi bilmorum. Diyojen de bu cins filozoflardan idi, fakat böyle kimseyi ısırdığı tevarihte okunmamıştır.”

Meryem Dudu, kırk beşini geçkindir. Fakat dört beş yıldır yaşını soranlara hep otuz dokuz cevabını verir. Mümkün değil kırka atlamaz. Saçlarını boyar, başına bağladığı kendi renginde oyalı yemeninin katmerlerine özentili bir düzen vermek için aynanın karşısında geçirdiği dakikalara bakılırsa Revai’nin saldırgan dişlerinden hem kaçtığı hem davul çaldığı anlaşılır.

Meryem Dudu ile şakalaşması böyle dil şakasından dişleme hâline geçtiği sıralarda Revai’ye bir eğlence daha çıktı. Modist Hezar’ın ballandırdığı mürebbiye Madam Krike yalıya geldi. Madam Krike’nin yaşça Meryem’den ayrılığı kırk beş yaşını gizlemeden cesaretle söylemesinden ibaretti. Mürebbiye her gün tuvalet sabunları ile yüzünü yıkamaya meraklı olduğundan derisi ve yüzü pörsümüş, yanakları âdeta yanık gibi kızarmış, kumral saçları yarı yarıya ağarmış, düz koyu renklerde pek sade elbise giyer, zayıf uzun boylu bir kadındı.

İlk geldiği gün Hami Bey, Madem Krike’yi hocalık ve çocuk terbiyesi fenlerinden biraz sınamak istedi. Ana ile oğul mürebbiyeyi küçük salona aldılar. Madamın terbiyesine verilecek çocuk, yani Hami’nin oğlu Rıfkı Bey çağrıldı, mürebbiyesine tanıtıldı.

Hami Bey mürebbiyenin bilgisini ve huyunu anlamak için Fransızca şöyle sualler sormaya başladı:

“Madam, gösterilen dersleri öğrenmeye hevesli, zeki bir çocuğu bilmek, onu terbiye etmek kolaydır. Fakat bunun aksi olursa, yani çocukta çalışmak isteği bulunmaz, dikkati derse çekilemezse ne yaparsınız?

Firuze Hanımefendi oğlunun konuşma tarzından, hâlinden ve tavrından bazı cevherler saçmaya başladığını kavrayarak, bilmediği bir dilden geçen bu konuşmayı dikkatle dinlerse anlayacakmış gibi oturduğu koltukta vaziyet aldı. Madam Krike şimdiye kadar yanlarında mürebbiyelik ettiği ailelerden hiçbiri tarafından böyle bir imtihana çekilmemiş olduğundan miyoplara mahsus tarzda gözlerini buruşturup Hami’yi süzerek Fransızca:

“Mürebbi yahut mürebbiyelerin birinci vazifeleri yetiştirmelerine memur edildikleri çocukların zekâ, istidat, yaradılış meyillerini inceledikten sonra meydana çıkacak duruma göre bir usul tutmaktır.”

Hami, kendi terbiyesindeki düzensizliği gösterir bir çabuklukla:

“Madam, éducation kelimesinin aslı nereden geliyor? Size éducatrice yerine niçin institutrice deniyor?..”

Beyin böyle konudan konuya atlayıvermekteki hoppalığından oğlundan önce babasının terbiye edilmeye ihtiyacı olduğunu kavramakta güçlük çekmeyen mürebbiye karşısındakini süzmek için gözlerini büsbütün büzerek:

“Pardon mösyö! İlk sualinize cevap vereceğim. Cevabı bitirmeden bir ikincisini sormaya kalkışmayınız.”

Madam Krike’nin bir hocaya sahiden yakışan bu sert ihtarı beyefendinin biraz canını sıktı. Fakat kendi çocukluğundaki hocalar gibi, öğrenci ile curcunaya çıkışan öğretmenlerin derslerinden bir fayda ummak kabil olmadığı artık Hami Bey’ce tecrübe edilmiş olduğundan Rıfkı’nın doğru dürüst bir terbiye alması için bu defalık madamın bu sertçe muamelesine katlandı.

Mürebbiye devam ederek:

“Bir çocuğun öğrenmeye heves göstermemesi, dersine dikkat etmemesi başlıca iki sebepten ileri gelir; birincisi haylazlık, ikincisi ahmaklıktır. Bir çocukta öğrenmek kabiliyeti olup da haylazlık ve tembellik yüzünden çalışmıyorsa ona bu tadı tattırmak için çeşitli çarelere başvurulur, dikkatini derse çekmeye çalışılır. Bu çalışma çok defa boşa çıkmaz. Fakat bu dikkatsizliğe sebep ahmaklık, yani zihnin almaması ise o zaman bu yaradılış eksikliğini tamamlamak işi güçleşir. Bunun için de bazı usullere başvurulur. Fakat iyi bir sonuç elde etmek hemen hemen imkânsız gibidir. Bereket versin ki böyle çocuklara çok az rastlanıyor. Bunun için Lük57 der ki: ‘Böyle dikkat edememek hâli bir çocukta rastlanacak eksikliklerin en fenasıdır; çünkü bu eksiklik bünyeye, yaradılışa ait olduğu için düzeltilmesi zordur.’ ”

Madam Krike, ahmak çocuklardan Fransızca hemen hemen şöyle bahsetmişti:

“La diffuculté est plus grande, quand on o affaire à des natures tout à fait ingrates, et quand l’inattanion le signe d’uneindifférence générale de l’esprit.” (Pédagogie: Gabriel Compayré)

Hami Bey, madamın terbiye ve tedristeki bilgisini annesi Firuze Hanımefendi’ye anlatmak ve bununla da Fransızcadan Türkçeye çevirmedeki ustalığını göstermek üzere ağzını açarken salondan içeri, perde köşesinden Karagöz çıkar gibi, Revai girdi. Sağ elinin beş parmağını açarak göğsüne yapıştırmak suretiyle odadakilere dervişçe bir selam verdi. Başköşede bir koltuğa diz çökerek oturdu. Madam Krike, bu yeni gelenin dervişane kıyafet ve aldırışsız davranışlarından çok koltuk üzerinde diz çöküp oturmasına şaştı.

Revai, salondan kovulmaz ki, defederek onun hicivci dilinden kurtulmak kabil olsun. Bu herifin zıddına basmak, ne kadar bulaşıklığı varsa onu harcamaya bir yol açmak, edepsizce sözlerine çanak tutmak demek olduğunu ana ile oğul bildikleri için, ister istemez kendisini, mürebbiyeye, “felsefenin en yüksek derecesine erişmiş, fakat dünyadan geçmiş, kinik felsefe yoluna girmiş akrabalarından derin bir feylesof, mutasavvıf bir şair” olmak üzere takdim ettiler.

Revai, dil uzatmada aşırı gittiği, artık sözleri dayanılmayacak hâl aldığı zamanlarda iş Ali Ağa adında, sadece bu hizmet için tutulmuş bir uşağa bırakılır. Ali, kinik filozofu, boşboğaz Revai’yi susturuncaya kadar sopa ile döverdi. Fakat Revai’nin bu şekilde yola getirilmesi gürültülü olduğu için ancak yılda birkaç defa yapılırdı.

Madam Krike besbelli bir şaka olarak “Fakat kinikler böyle büyük evlerde oturmazlar.” dedi. Revai biraz Fransızca anlar, fakat düzgün söyleyemezdi. Garip huylu feylesof, fino gibi tüylerinin altından gülerek madamın sözlerine Türkçe şu cevabı verdi:

“Hepimizin bu evdeki oturuşumuz zaten geçicidir. Yalıyı borçlular zapt ettiği zaman ben kinik felsefeme uygun bir kovuk bulur tıkılırım. Fakat bilmem o zaman bu süslü hanımlarım, züppe beylerim nereye giderler?”

İçkiye düşkünlüğünden gırtlağının uğradığı haraplık tesiriyle filozofun hoş olmayan sesi âdeta bostan dolabı gıcırtısı gibi çıktığından Madam Krike, evlerinde mürebbiyelik edeceği ailenin iflasa yaklaşmış eski kibarlardan olduğunu anlayamadı. Bunu anlatmamak için Hami Bey ortalığı söze boğmak isteyerek hemen lakırtıya girişti. Revai’nin salona geldiği sırada başlamak üzere iken başlayamadığı tercümanlığa başlayarak, annesine:

“Madam Krike’nin mürebbiyelikteki bilgisi, söylediklerinden anlaşılıyor. Çünkü dersine dikkat edememek huyunda bulunan çocuklar için şöyle söylüyorlar: ‘Ne vakit nankör tabiatlarla insanın işi bulunursa ve ne vakit dikkatsizlik zihnin adem-i takayyüd-i umumisine58 alamet olursa o zaman keyfiyet daha güçleşir.’ ”

Firuze Hanımefendi bu muamma gibi sözlere aklınca bir mana vermek için yüzünü buruşturur, gözlerini kırpıştırırken feylesof Revai derinden bir göğüs geçirerek:

“Vay gidi tercüme… Vah zavallı Türkçe.... A yavrum Hami Bey! Bu senin tercümanlığın tıpkı orta oyunundaki doktorun, ‘Ne vakit karın içeride var çok kalabalık, açarsın sağ tarafta bir pencere, yutarsın bir saplı süpürge.’ İşte ona benzedi. Madamla olan esas bahsiniz Rıfkı’nın talim ve terbiyesi değil mi? Siz ondan ne anlarsınız? Valideniz hanımefendinin usul-i terbiye-i etfale derece-i vukufu, işte sizde, bir tanecik oğlunda görülüyor, numune meydanda… Bu kadar hocalar tutuldu. Seni okutmak bahanesiyle o heriflerin yedikleri tatlılar bir araya getirilirse alimallah bugün baklavadan bir yangın kulesi yapılır, ekmek kadayıflarıyla bir çırpıcı çayırı döşenir, o kaymaklarla etrafına bir de duvar çevrilirdi. Sonra tahsil için Paris’e de gittin. Oradaki tahsilin derecesi de deminki ‘Ne vakit nankör tabiatlarla insanın işi olur.’ gibi saçma sapan tercümelerinden anlaşılıyor.

Maksat, çocuğun tahsili için madamla konuşmak ise o ciheti bana bırakınız, ben görüşeyim. Hem anlayayım bakalım, mürebbiyenin felsefedeki göz açıklığı nerelere kadar varabiliyor?”

Madam Krike’ye dönerek:

Madam, moi, parler, un peu français…

Mürebbiye gülerek:

Très bien, monsieur, très bien.

“Me, pa boku!.. Meryem Dudu bize edecek tercümanlık.”

“Fakat efendim, ben biliyorum güzel Türkçe. Çok vakit var ben burada, sizin şehir, bir Hristiyan familya konak oturuyorum.”

Feylesof sevinerek:

“Bravo! Bravo! Boku anşante… Vuzet bon fam… bon fam… e mua bon om.... bon om… Filozof sinik…”

Oui. Vous êtes un homme trèes bon.... Un éminent philosophe…

Setasse Franse… Artık Türkçe konuşalım.”

“Siz nasıl istiyor öyle oluyor.”

Revai, içinden Ben nasıl istersem öyle mi oluyor? Bu karı da pek kuru, sinir gibi ama sarhoşluğuma tesadüf ederse belki ısırırım. Artık Meryem Dudu’dan usanç geldi. Biraz çeşni değiştirmiş olurum! diye düşündükten sonra:

“Madam cenapları, eski Yunan filozoflarından Krates’in tercümeihâlini bilir misiniz?

Mürebbiye biraz düşünerek:

Oui Monsieyur! Cratès le célèbre Cynique. Contenporain de Polémon, successeur de Xénocrate dans l’école platonique.

“No madam! Pa boku franse… An Türk an Türk…”

“Pardon efendim. Ben Krates biyografi bir parça biliyor. Bu büyük filozof köpeklerden… Diyojen idi bunun hoca…”

“Berhudar ol madam!.. Yirmi senedir şu mahallede senden başka Krates’i tanıyan bir adama tesadüf edemedim Alimallah evvelbeevvel eli öpülecek mürebbiyelerdenmişsin. (yavaşça) Daha sonra diğer taraflar da intihap edilebilir. (âdeta) Krates’i tanıdığın için madam boku anşante… Mademki babasını tanıdın, biraz gayret et de şunun oğlunu da bil… O zaman sana iki katlı bir aferin.”

“Evet biliyor… Baba Krates, oğul Pasikles, ana Hiparhiya.”

“Sen çok malumatlı karı… Azıcık daha sıkıştırırsam Krates’in büyük babasını da, belki onun dedesini de bileceksin. Fakat neye lazım! Bize yedi ceddinin lüzumu yok. Krates ile Hiparhiya oğulları Pasikles’i nasıl büyüttülerse biz de Rıfkı’yı öyle büyütelim derim. Malum ya!.. Bu ana baba ikisi de kiniklerden feylesof idiler. Oğulları Pasikles’i de çekirdekten öyle yetiştirdiler. Oğlan âdeta köpek yavrusu gibi büyüdü. Yazın çocuğa hiç esvap giydirmezlerdi. İngilizler hamama nasıl girerler, Pasikles sokakta işte öyle alangle gezerdi. Bir gün çocuk dere kenarında bacaklarını suya salıvererek şapur şupur oynamakta iken vücudundaki deliklerden birine sülük kaçtı. Sonra o sülüğü nasıl ameliyatla çıkardılar. Bu ehemmiyetli bahsi okudun mu?”

“Hayır. Ben Krates biyografi okudu, fakat sülük görmedi.”

“Öyle ise Krates hakkındaki tetebbuun59 eksik. Kıssadan maksat hisse almaktır. O sülüğe müteallik ameliyatı dikkatle okumalı. İnsan hâli bu. Başa öyle bir kaza gelirse defi çaresini hariçten öğrenmeye ihtiyaç kalmaz. Peki, Krates’in hatip Metrokli’ye verdiği terbiye dersinden de malumatın yok mu?”

Mürebbiye kızarak:

“Biliyor. Fakat hanımefendimiz ve çocuk önünde böyle kirli lakırtı etmek istemiyor onun için…”

Revai’nin anlatışı pek açık saçık olduğundan biz o sözleri olduğu kadar kapalı sözlerle anlatıyoruz.

“Lakırtıların büsbütün bogadaya60 konmuş tertemiziyle de çocuk terbiye olmaz. Rıfkı’yı bu kadar utangaç alıştırma. Mahçup, sıkılgan büyütülen çocuk ailesinden bir servete konmazsa sonra aç kalır. Bir feylesof çocuğu olmak için büyütülüyorsa ona açlığa, çıplaklığa, rast geldiği kovukta kıvrılıp yatmaya idman ettirmeli. Yok, dünya adamı olarak terbiye edilecekse utanma faslını eski usulde anlatmayıp, cingöz kaporoz alıştırmalı. Evet, madam. Gelelim hatip Metrokli’ye. Bu zatta acayip bir illet varmış. Ne vakit nutuk söylemeye başlasa sarf ettiği kelam kadar kendi de yellenirmiş. Çok defa bu ikinci fiil nutkunun sadasından baskın olduğundan halk huzurunda utana utana sonunda bu pis huyu yüzünden hatiplikten feragatle evindeki köşesine çekilmiş. Böyle havai bir iş yüzünden mesleğini terk etmeye karar verdiği için, Krates, Metrokli’ye şaşmış ve kızmış. Bir gün gaz yapacak birtakım maddeler yiyerek karnını balona çevirdikten sonra yellenme illetine tutulmuş olan mahcup hatibin evine gitmiş. İki cihetli nutka başlamış. O kadar güzel sözlerle yüksek hakikatler sarf etmiş ki nutkun birçok noktalarında malum hastalığı yüzünden yellenmekte misafirine arkadaşlıktan geri kalmayan ev sahibi o gürültüler arasında işittiği sözlerin azametine hayran olmuş. İfadesinin belagatiyle Metrokli’nin takdirini kazandığını anlayan Krates, muzaffer bir tavırla demiş ki: ‘Ey dostum Metrokli, sözlerimin hakikatlerini karnımın gürültüleri bozdu mu? Karnının yelleri hitabetine mâni olmasın. İşte benden cesaret al da çık mesleğinde devam et.’ ”

Firuze Hanım feylesofun sözlerinden pek sıkıldığı için kendinde sinir ağrıları başlamadan salondan savuşmuştu. Hami, öfkesini güç zapt edebilir bir hâlde Revai’yi dinliyor, aile namusuna dokunur bazı sözlerini önleyebilmek için ikisini yalnız bırakarak salondan çıkamıyordu.

Revai, Hami’nin suratındaki öfke alametlerinden sıkıntısını anlayarak:

“Hami Beyefendi yüzüme öyle gazaplı nazarlarla bakma. Ali Ağa’yı çağırmaya daha vakit var. Emin ol ki bugün işi o raddeye getirmeyi ben de arzu etmiyorum. Artık ihtiyar oldum. Vücudum evvelki kadar dayağa tahammül edemiyor. Benim hizmetime Ali Ağa’nın niçin tayin edildiğini madam bilmez. Kırk Yunan feylesofunun ibret verici fıkrasını okusa bu kadar garip bir şeye tesadüf edemez. Dur bari onu da ben anlatayım: Madam, beni dövmek için mahsusen aylıkla bir adam tutulmuştur. Malum ya, kinik filozoflar nefse eziyet maksadıyla acayip vasıtalara başvururlardı. Bunlardan bazıları, hırçınlığa tahammül ile ahlak metaneti kazanmak için hayatın belası denecek huysuz kadınlarla evlenirlerdi. Başkaları da kışın ince, yazın kalın ağır elbise giyerek vücut rahatsızlığına çare ararlardı. Filozofların bu yoldaki deliliklerini anlamak için Hint’e kadar gider isen kendine bir temel çivisi uydurarak güya kuş tüyü bir minderde imiş olanlarını bile görürsün. Ben nefse eza için çare düşündüm. Hırçın karı ile evlenmeyi pek maksada kâfi görmedim, çünkü onu hariçte aramaya lüzum yok, bu yalıda huysuz karılar lüzumundan ziyade… Hint usulü çivi keyfiyetini bünyeme muvafık bulmadım, zira basurdan hâlim harap… Eğer bu bir ceza ise vücudumdan çivisiz olarak akan kan benim için kâfi… Eziyet ile nefis terbiyesinin bence en âlâsı Ali Ağa’nın sopasıdır. Her ne zaman riyazet kaidelerine riayetsizlik neticesi olarak vücutta biraz şişmanlık peyda olursa buraya salonun kapısına gelirim. Firuze Hanımefendi’ye ait bir iki söz sarf ederim. Derhâl Ali Ağa celp olunur. Beni çalyaka ederler, basarlar sopayı… Vücudum dayağa kanıncaya kadar söylenirim. Sopaların sayısı benim gibi dayanıklı bir feylesof için kâfi dereceye varınca susarım. Dayağa da nihayet verilir. Beni döşeğime götürürler. Eksik olmasınlar, önüme bir tas sıcak çorba getirirler. Çünkü dayaktan sonra iştahımın açıldığı evce tecrübe edilmiştir. Onu içerim. Oohh… Bir derin uyku çekerim. Yirmi dört saat kendimi bilmem. Fakat sonra turp gibi sağlam kalkarım. Kendi felsefemce bu usule ‘tedavi-i biddarp’ (dayakla tedavi) tabirini muvafık buldum. Galiba bunun Fransızcası cure de coups de baton olacak. Bu tedavi usulü sinire, soğuk algınlığına, uykusuzluğa, hazımsızlığa birebirdir. Zannıma kalırsa çok sürmeyecek bu ‘tedavi-i biddarp’ın yararlı olduğu ammece sabit olarak tıp kongrelerinde müzakereye konulacak. Binaenaleyh birbirini dövmek de minnettarlığı celp edecek bir iyilik sırasına geçecektir. Bizim hanımefendi her gün hastadır, şu tesirli tedavinin nazik vücutlarına tatbikini tavsiye ettim. Sözüme gücenerek beni Ali Ağa’nın pazısının himmetiyle bir daha terlettiler, lütufları var olsun. Semirmemek için bu usul vücuduma pek iyi geliyor. Filozofların semirmekten çekinmeleri niçindir bilir misiniz? Vücut kuvvet bulunca adamın sevda damarları kabarır. İnsanı ezip bitiren müşteheyatın61 en korkuncu sevdadır. Şehvetine mağlup olan bir kişi, öteki hususların hepsine galip çıksa gene para etmez. Krates, ‘Şehvete karşı en tesirli ilaç açlıktır.’ diyor. Bana kalsa dayağı tavsiye ederim. Birkaç ay kadar ekmekle sade suya devam edilirse de vücutta artık uykuya mâni olacak bir gerginlik kalmıyor. Bedende derman azalınca gönüldeki en şehvet uyandırıcı, en ruh aldatıcı hayaller de zayıflıyor. Lakin bazı bunun dışında kalan tabiatlar da var. Ekmek peynirle midesini avutarak döşeğine girip de zihninden pırlantalı dünya güzelleri geçire geçire sevdasını depreştirenlere ne demeli? Bakkalın bir dilim peynirinin uyandırdığı hararet mucizesiyle öyle haddinden dışarı hayaller görenlere meşe sopasından âlâ ilaç olur mu? Âlem bu yavrum! Âlem… Ha, bu sade suya âşıkların makûsları da vardır. Onlar da dünyanın en lezzetli besleyici gıdaları ile sevdalarını harekete muvaffak olmayan zavallılardır. Ben bunları sopaya evvelkilerden ziyade müstahak görürüm. Evet âlem bu! Türlü türlü… Bak (Hami’ye hitaben) ananla sen sevdalılığın bu iki çeşidinin de dışındasınız. Siz ikiniz yiyip içerek kuduran takımdansınız. Gönülleriniz bostan dolabı kovalarına benzer. Akarsu kolaylığı ile sevda içinize dolar dolar boşalır. Her gün başka bir güzele gönül verirsiniz. Hele ananın gönlü! Gönül değil âdeta bir aşk ve heves limanıdır. Uğrayan gemilerin haddi hesabı yok.”

На страницу:
4 из 7